Savaşçı Çetin
- quentin
- 1 Haz
- 5 dakikada okunur

Uyandım. Aslında uyanmak da denemez buna çünkü gözümü henüz açmamıştım. Gördüğüm rüya yavaş yavaş siliniyor ve bugün yapacağım şeylerin hayaline karışıyordu. Kafamı toparlamaya çalıştım.
“Ne yapacağım bugün?”
Simit almak için fırına doğru ilerlerken, dükkânın öbür tarafından simit kuyruğuna yaklaşan Ekrem’i gördüm. Ekrem benim bir arkadaşım. O da ben gibi ellili yaşlarında. Ekrem’i görünce aklıma ilk olarak, bu hızla yürürse, kuyruğa benden önce gireceği geldi. Adımlarımı hızlandırdım. Gözlerimi Ekrem’inkilerden uzak tutarak sıraya ondan önce girmeyi başardım. Nefes nefeseydim. Ekrem de sıraya ulaştı. Arkamdaydı. Onu görmezden geldim. Ne uğruna? Muhtemelen bana selam vermek üzeredir diye düşünerek önce davranmak adına arkama döndüm. Ekrem yoktu. Onun yerine Ekrem’e çok benzeyen bir köpek vardı. Bana,
“Vaay! Çetin Ağabey, günaydın.” dedi.
Rüya yavaş yavaş siliniyor, az sonra yapacağım simit alma rutinime karışıyordu. Gözümü açtım. Yalnız uyandığım bilmem kaç yüzüncü gün. Karım, çocuklarımı da alıp beni terk etti. Çünkü karım, çocuklar benimle büyürlerse çok saçma kompleksleri olur diye düşünüyordu. Onları da kendim gibi manyak edermişim. Benim bir kompleksim yok. Ben… Ben yalnızca bir ‘Savaşçıyım’.
Yataktan kalkınca fırından simidimi alıp döndüm. Ekrem’le de karşılaştım, tıpkı rüyadaki gibi sırada ondan önde olmak için çabaladım. Şimdi sıra simidimi yiyip dışarı çıkmaktaydı. Ekrem’i de alıp Gökçek Parkı’na gidecektim. Günü de Ekrem’le orada geçirmeyi planlıyordum. Ekrem’in simitlerini bitirmesine daha vardı, çünkü ne de olsa ben ondan önce almıştım.
Ekrem’le metroya doğru yürüyorduk. Bizden beklenmeyecek kadar hızlı adımlarla. Karşıdan gelen insanlara hiç aldırış etmeden, koca iki adam tüm kaldırımı kaplayarak yürüyorduk. Birisi yanımızdan geçerken istifini bozmayınca da abartılı hareketlerle sıyrılıyorduk onlardan. Sanki bize karşı dimdik durmalarına hiç ihtimal vermemişiz gibi. Ağaç diplerine adım atıp sendeliyor, dubalara takılıp düşmekten zar zor kurtuluyor, direklere az kalsın çarpacakken son anda sıyrılıyorduk. Neden mi? Çünkü bugün beraber savaşıyorduk.
Metroya vardık. Sıra katları inmekteydi. Yürüyen merdivene bindik. Sağda duran insanları ucu ucuna teğet geçerek sesini duyduğumuz trene var gücümüzle koşmaya başladık. Biz farkında değildik ama ardımızda bıraktığımız yürüyen merdiven doğduğuna pişman olacak derecede sallanıyordu. Sağda duran medeniler de bize bakıp içlerinden “Allahsız herifler, ne aceleniz var sanki? İki durak sonra inip parkta oturacaksınız zaten!” diyordu muhtemelen. Haklılardı da. Acelemiz yoktu. Ama işte ne yapalım? Kaçmaması lazımdı metronun. Çünkü ben…
Metroyu ucu ucuna kaçırdık. Ekrem’e dönüp,
“Allah canını almasın Ekrem! Az daha hızlı koşsan yetişiyorduk, yavşak!” diye çığlık çığlığa bağırdım.
“Ama ben ne yapayım Çetin Ağabey? Koştum işte var gücümle…” dedi Ekrem mahcup bir ifadeyle.
Biliyorum ki Ekrem kötü bir amaçla yapmadı bunu. Hatta kendisi çok istemese de sırf beni mutlu etmek için koştu o kadar yolu adamcağız. Onu affettim. Üzerimdeki öfkeden tamamıyla kurtulup, Ekrem’e, planımızdan bahsetmek üzere yaklaştım.
“Bak Ekrem, sıradaki metroya muhtemelen dört ya da beş dakika var. Senden beni dikkatlice dinlemeni istiyorum. Gelen metroda kesinlikle oturacak bir yer bulmamız gerek. Bu konuda başarısızlık kabul edemem. Beni anlayabiliyorsun değil mi?”
Ekrem konuya odaklanmaya çalışarak, gergin bir ifadeyle;
“Anlıyorum abi!”
“Tamam. Bak şimdi. Sen ‘DUTLUK’ yazısının 'K'sinin tam karşısında duracaksın. Ben de az şu ilerde, geçen ayki selden kalan akıntının yarattığı lağım lekesinin karşısında duracağım. Konumumuzu iyice anlamamız önemli. Hatta işimizin yüzde sekseni bu bile diyebilirim.”
“Anladım Çetin Abi.”
“Şimdi. Metro gelince ne yapacağız? İkimiz de girdiğimiz iki kapının arasında kalan on dört koltuktan boş olanlara saldıracağız. Unutma, önceliğimiz sağ ve sol baştakiler. İkimiz de birer boş koltuk bulursak ne âlâ. Otura otura gideceğiz. Ama ayrı olacağız. Öte yandan içimizden birisi yan yana iki boş koltuk tutturursa diğerine yanına gelme şansı sunmuş olacak. Hem ikimiz de oturacağız hem de yan yana olabileceğiz. En iyi ihtimalse şu, ikimiz de iki kişilik yerler bulacağız ve birine oturup ötekini diğeri için elimizle başkası oturmasın diye kapatacağız. Sonuç olarak da hangimizin bulduğu oturma yerini daha çok seversek diğeri onun yanına gelecek. Bu şekilde hem ikimiz de oturacağız hem istediğimiz yerde oturacağız hem de birlikte oturacağız. Anladın mı?”
“Anladım abi. Koşarak gireceğim. Olursa iki olmazsa tek yer tutacağım. İki yer tutabilirsem, gözlerimle sana “İstersen gel ağabey.” işareti yapacağım. Sen de tek yer bulduysan geleceksin, iki yer bulduysan duruma bakacağız.”
“Bayılıyorum sana Ekrem!”
Trenin sesini duyduk. Ekrem’e dönüp,
“Allah utandırmasın kardeşim!” dedim.
Metroda Ekrem’le yan yana oturmuş gidiyorduk. Başarılı olduğumuz için huzurluyduk. Ekrem metroya girerken inmeye çalışan yetmişli yaşlarda bir teyzeye sert bir omuz atmıştı. Teyze o esnada hala metrodaydı, inememişti. Muhtemelen hiç inmeyip son duraktan bu metroyla dönmeyi planlıyordu. O esnada da gücünü toplayacaktı. Gerçekten çok sert bir omuzdu. Ben de yirmili yaşlarda bir delikanlıyı çiğnemeye çalıştım ama bana mısın demedi. Arkamdan da “Dayı önce biz inecez sonra sen binecen bi anlamadınız anasını satayım!” diye bağırdı. Ama ben şuurumu kaybetmiş şekilde yer aramaya odaklandığımdan onu duymadım bile. Kafamı çevirdiğimdeyse Ekrem çoktan yerimizi tutmuştu.
Parka varınca Ekrem’e çay ısmarladım. Çay ocağından çayı alırken de tabii ki birkaç yaşıtımla onların haberi olmadan sıra konusunda mücadele ettim. İlk çaylarımızı yarılamışken Ekrem bana döndü.
“Çetin abi” dedi. “Sen bu metro işini neden bu kadar kafaya taktın allahasen?”
“Nasıl yani Ekrem?”
“Yani, neden bu kadar önemli senin için metroya yetişmek, metroda yer bulmak?
“O ne demek oğlum? Güzel güzel geldik işte. Ne saçmalıyorsun sen? Metroya yetişiyorsak, bir an önce gelelim de rahatımıza bakalım diye. Oturacak yer arıyorsam da ayakta kalmayalım, rahatça gelelim diye.”
“Ne bileyim yani abi… Ben tek başıma olsam hiç önemsemem aslında bunları. Zaten bir durak gidiyoruz şunun şurasında.”
Sinirlendim.
“Yani oğlum… Fena mı oldu sayemde oturarak geldiğimiz? Hem sen koşmasan başkası koşar. Sen oturmasan başkası oturur. Bir başkası kazanır oğlum, başkası! Mesela bir asansör… Dört kişilik. Bizim Gazino’dakini düşün. Sen o asansöre binen dört kişiden biri olmazsan arkada kalırsın. Unutulan olursun. Şahsen o asansöre binemeyip sonrakini beklemek bana kendimi malmışım gibi hissettirir Ekrem! Ben kaybetmeyi sevmem. Sen de böyle ol. İnsan mikro mücadelelerden mutlu olmak zorunda kalan bir varlık senin benim gibilerin dünyasında. Sen ve ben, iki basit bağkur emeklisi. Kazanacağımız ne kaldı ki geriye Ekrem?”
“Abi kaybetmek dediğin ne ki allah aşkına? En fazla birkaç dakika daha geç ulaşırsın gittiğin yere. Bu kadar anlam yükleme şöyle konulara n’olursun?”
“Ekrem sus s*ktir git, sı*arım şimdi ağzına ha!”
O gün tabi ki Ekrem’i anlamadım. Bir şeylere ilk binen olmak ya da bir şeylerde oturarak gidebilmek benim için çok önemliydi. Sıkıcı hayatımda bundan başka savaşacak hiçbir şey bulamıyordum. Ruhumda vardı savaş. Ne de olsa ben toplumun mikro savaşçılarındandım.
Ben yirmi birinci, Ekrem on sekizinci çayını içtikten sonra saat epey geç olmuştu. Eve dönme zamanının geldiğine karar verdik. Dönüş yolunda metroya gitmek üzere caddeye vardık. Karşıdan karşıya geçecekken önce geçme konusunda, hızla gelen Fiat Tipo’ya meydan okudum. Beni ezecek hali yok diye düşündüm kendimce. Hızla yola atladım. Ekrem de arkamdan fırladı. Fiat Tipo bana çarpmamak için arkama doğru direksiyonu kırdı ve Ekrem’e çarptı.
Ekrem’i kanlar içerisinde yerde gördüğümde, şimdiye kadar uğrunda savaştığım her şey gözümün önünden geçti. Asansöre binerken inmesine müsaade etmediğim gençler, trafikte sinyal vermesine rağmen yol vermemekte ısrar ettiğim yaşlılar; banka sıralarında “Yalnız bu bayan benden sonra geldi!” diye çıngar çıkardığım kadınlar, hepsi kulağıma bas bas bağırdı Ekrem’in ölümünün tek sorumlusunun benim ve lanet olası savaşımın olduğunu.
Ekrem iki yıl komada kaldı. Nafile olduğunu bilsem de her sabah elimde simidimle gittim ziyaretine. Ekrem’e simit alırken sırada önde olmaya hiç çabalamadım. Ziyaretine giderken metroda oturabilmek için hiç strateji kurmadım. Hastane asansörüne doktorlar benden önce binmeye yeltenince “Hastaları var, önden gidecekler tabii.” diyerek geride tuttum kendimi. Bir daha asla savaşmadım. İnsanları sevmeye, onları düşman olarak görmemeye alıştırdım kendimi. Hepsi Ekrem’in sayesindeydi. İki yıllık komanın sonucunda gelen ölümü ise benim yüzümdendi. Savaşını s*keyim senin Çetin.
Yorumlar